04 Haziran 2011

BİR ŞİİR SAVUNMASI: CHARLES SIMIC



2000 yaşında bir şairin itirafıdır


“En iyi şiir kendini insan gülmecesinin tam ortasında bulandır.”
iddiasında bulunuyor Charles Simic’in 2000 yaşındaki şairi.
“Bu sonsuz karmaşa içine saplanıp kaldığımıza dair daha güvenilir bir gösterge olamaz.”

Ben daha sümüklü bir çocukken, ismim Ovid, Horace, Catallus, Sextus Propertius ve Martial idi. Uzmanlık alanım, ciddiyi önemsizle, uçarıyı yüce gönüllüyle karıştırmaktı. Tanrısal bir baş belasıydım. Şöyle dizeler yazdım:

Koltuğuna otururken o, hemen bul bir tabure
Çıkar terliklerini, o zarif ayaklarını uzatsın diye

ya da:

her kim saymak istiyorsa
yatağınızdaki aşk oyunlarını
sayabilir bütün yıldızları da
başınızın üzerinde parlayan
ya da her kum tanesini
Afrika’nın çöllerinde kavrulan

Robert Burton “Bir metropolitin altı üstüne gelse, bir kraliyet ordusu yenilse, bir yenilmez donanma batsa sulara, yirmi bin kralın canı çekilse, yeğdir küçük parmağına bir halel gelmesinden.” diyordu- ki bu benim de ilkemdi. Her yeni değersiz zorba hükümdara övgüler düzen, fetihlerinin çetelesini tutan, barbar katliamlarını göklere çıkaran, savaşta ve barıştaki eşsiz bilgeliklerini öve öve bitiremeyen muhtelif lafebeleriyle ise hiç ilgim yoktu. Zenginlerle, güçlülerle alay ediyor; arkalarını döndükleri anda kendilerini boynuzlayan kadınlarının dedikodusunu yapıyordum. Tanrıları bile bağışlamadım. Kavgacı, sarhoş, kindar ve bunak eş takasçılarına çevirdim onları. Roma sokaklarını -genellikle sarhoş bir halde- arşınlardım gün boyu. Binlerce kez aşka düşüp ayıktım. Yeni aşkımın eşsiz erdemlerini ve en şehvetli detayına kadar her bir sapkınlığını bütün dünyaya anlatmayı başaramadığım hiç olmadı. Sonra başım belaya girdi. İmparator, içimizden birini ülkenin bir ucunda, tanrının bile terk ettiği bir cehennem çukuruna daimi sürgüne gönderdi. Resmi ahlâk muhafızları halkı -kendi deyimleriyle- “kutsal saydığımız her şeyle alay eden küstah bir sefahat çağrısından başka bir şey olmayan lirik şiir”e karşı ikaz etme fırsatı buldular.

Elbette ki bu küçümseyişlerden devletin vakarını ve kiliseyi korumakla meşgul olan kiralık resmi methiye düzücülerden hiç kimse rahatsız olmadı. Sappho, Anactoria’nın güzel ayağını, ışıltılı bakışlarını ve yüzünü, savaş arabaları ve şaşaalı zırhları içindeki Lidya ordularına tercih ederek şahsi kaderini kabilenin akıbetinden üstün sayma deliliğini başlattığından beri, samimiyetinin yüceliğinden dolayı lirik şiir zan altında kalmıştı.

Doğrudur. Beni şiire başlatan da bu tür bir saygısız aşktan başka bir şey değildi. Otoriteyle dalga geçme arzusu, tabuları kırma, çıplak bedenleri kutsama arzusu, tanrı yoktur diye bağıran birinin nefesinde melek gördüğü iddiasında bulunma arzusu vs. vs.
Trajik ve komik kavramlarının sarmal ve iç içe olduğunu keşfedince keyiften dört köşe oldum. Aklımın bir köşesinde hep “baştan çıkarma” vardı. Söylemlerim bu yolda sürdü gitti: “Sevgilim çıkarırsan gömleğini ve izin verirsen dilim tanışsın seninkiyle, güzelliğini överim şiirlerimde ve ismin var olur ebediyete.”
İşe de yaradı. Lirik şiir, yüzyıllardır süregelen büyük bir çabadan başka bir şey değildir: Ölümsüz ruhlarımızı edep yerlerimizle hem dem etme çabası.

Karanlık çağlarda, her yer diz boyu çamurdu ve sıradan insanlar geceleri kirli yer yataklarında yatarlardı. Tepelerinde tavan kirişlerine tünemiş horozlar ve tavuklarla; çocukları, domuzları, koyunları, kedileri, köpekleriyle kucak kucağa ve huzur içinde uyurlarken, sadece atlar ayakta uyur ve kafalarını pencereden çıkarıp şairleri kollarlardı. Soylu hanımlar ve beyler gibi taşralıların da yüzyıllardır, birkaç monoton Gregoryen şarkı ve zor hayat koşulları ya da hava durumu sohbetleri dışında eğlenmek için yapacak fazla şeyleri yoktu. Sizin şu tipik şair yalnız, cesareti kırılmış, bitli bir keşişti. Kırsal alana düşmüştü. Her gece bazı zenginlerin soğuk şatolarında birkaç ekmek kırıntısı ve üzerinde uyuyacak bir küçük saman yığını için dileniyordu. Gösterilen konukseverliğe teşekkür etmek için müstehcen aşk şiirleri, dindar aziz destanları, içki âlemi şarkıları, cenaze ağıtları, sadık eş şiirleri, Kral ve Papa hakkında sinsi taşlamalar yazdı. Bu sırada masada bulunan sarhoş ve tehlikeli tayfayı güldürmeye olağanüstü dikkat ediyor ve hatta kendi aç, üşümüş, perişan ve üflesen uçacak görüntüsüyle masadakilerin gözlerinden yaşlar getiriyordu:

Ah orman bülbülünün tatlı sesi- o da kaybetti barbutta poturu, pelerini!
Sefalet ve gözyaşları içinde dönüyorum yanına
Döndükçe gücü tükenen bir erkek geyik gibi

Ana fikri anladınız mı? Ah taktığım maskeler, sahte kimliklerim, dünyanın bütün sahtekârlarının bir araya getirdiğinden daha fazla. Ben boynunda yağlı urganla can veren şu adi suçlu Villon’dum; eyerinin üzerinde horlayan Aquitaine Dükü IX. Guillem’dim; ben bazı düşünürlere göre aslında adı başka bir şey olan Shakespeare’dim; insanlığı yirminci yüzyılın dehşetine hazırlamak için cehenneme birinci sınıf bir tur ayarlayan Dante’ydim ve diğerleri.
En abartılı öykülerimden biri, 1566–1618 yılları arasında yaşamış olan, hayatı ve kariyeri Elizabeth Dönemi şiirleri antolojimde betimlenen Thomas Bastard’a aittir:

Değersiz bir yaşam sürmüş olan kasaba rahibi Bastard, ilk kitabını 1598’de yayınladı. Kitabıyla çok alay edildi. Bunu kaldıramayan Bastard aklını kaybetmiş olarak Dorcester’da bulunan borçlular hapishanesinde öldü.

Benim hayatım Kostümler Tarihine benzerdi. Bir zaman pudralı perukalar takar, camdan bir landoya biner, iki düello arasında gömleğimin manşetine klasik tedbirleri ve yasakları öven soneler karalardım. Başka bir zaman, darmadağın saçlarımla gerçek ya da imgesel bir barikatta dimdik durarak cesaret naraları atan ve şairlerin dünyanın onaylanmamış kanun koyucuları olduklarını iddia eden bir devrimciydim.
Kendi kendinize “bu ne cüret” diyor olmalısınız. Ha ha! Amerika maceralarımı anlatayım da görün.

II

Colomb İspanya’ya döner dönmez şiir yazmaya başladım. Yenidünyanın ikliminden olacak -güneyde sıcak ve nemli, kuzeyde rüzgârlı ve soğuk- bu geniş gizemli arazilerde yıllarca doğru dürüst tek bir şiir yazamadım. İlk kâşif ve göçmenlerin ufuk çizgisini geçer geçmez Çin’e düşüleceğine inandıklarını hâlâ kaç kişi anımsar sahi? Fransız Nicollet bile, Kuzey Amerika bozkırları bitince, birkaç yüksek düzey Çinli ile oturup çayını yudumlarken uygun giyinmiş olmak adına Paris’e gidip kendine çiçek ve kuş motifleriyle bezenmiş Çin ipeğinden bir giysi edinmişti. Öyle ya da böyle bu uyurgezer halimden uyanmam ve sahiden nerede olduğumu anlamam yıllarımı aldı.

El Dorado ve Yeni Kudüs’ü unutun gitsin. Ormandaki şeytanı ve onun yaktığı ateşin etrafında anadan üryan dans eden ahu gözlü büyücüleri unutun. Doğunun baharatlarını ve mücevherlerini de unutun. Buralar zamanın kararttığı fabrika duvarlarıyla çirkin küçük şehirlerdi. Kalabalık kadın ve erkek yığınlarının üşümemek için birbirlerine sokularak, dizlerini karınlarına çekip karafatmaların cirit attığı yere başlarını koyup kıvrılıp yattıkları gecekondulardı buralar. Burası yalnızlığı sevenlerin, egzantrik tiplerin, kötü şairlerin ve pek çok yenik insanın barındığı köhne pansiyonlardı.

Yeni Dünya ne de çabuk yaşlandı. Poe, Melville ve Hawthorne’a göre bu zaten insana diri diri gömüldüğünü hissettiren bir şeydi. Kahramanlarının gözleri çoğunlukla fersizdi. Duvarlara bakıp duran Bartleby1 gibi kadere boyun eğmiş ve yılgındılar. Ralph Waldo Emerson ve onun gibiler içinse Amerika hâlâ gerçekten keşfedilmeyi bekliyordu.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi 1776 yılında yayınlandı; edebi bağımsızlık bildirgesinin yayınlanması ise 1840’ları ve Emerson’un makalelerini beklemek zorunda kaldı:

“Şair, canlı cansız her şeyin gözü kulağıdır. Şiir ilahi olarak atanmış bir medyumdan başka bir şey değildir. Tanrı direkt konuşmaz, bizlerle ipuçları, işaretler ve etrafımızdaki nesnelerin algılanmayan benzerlikleri yoluyla iletişim kurar.” diyordu.
“Bilgeliğin değişmez işareti, evrensel mucizeleri görmektir. Maalesef gündelik Amerikan hayatı bir fırtına gibi esiyor ama bir dil bulmak için çok yavaş. Tanımladığım şairi boşuna arıyorum.” diyerek sözü bağlıyordu.

Fazla beklemek zorunda kalmadı. Bu sözler ağzından dökülür dökülmez, “Dünya üzerinde yaşayan bütün halklar içinde Amerikalılar bütünüyle poetik doğaya sahip olan tek ulustur” ve “aslında Birleşik Devletler başlı başına bir şiirdir” iddiasıyla Walt Whitman sahneye çıktı.

Kendi kendime bunu nerden bulduğumu sordum.

”Yapacağınız şey şudur” diyordu Whitman “Yeryüzünü, güneşi ve hayvanları sevin; zenginliği hor görün, isteyen herkese sadaka verin, ahmaklardan ve delilerden yana olun… zorbalardan nefret edin… okulda, kilisede ya da herhangi bir kitapta size öğretilen her şeyi yeni baştan sorgulayın, ruhunuzu aşağılayan her şeyi reddedin böylece bütün varlığınız muhteşem bir şiirden ibaret olacaktır.”

Açıkça söylemeliyim ki Amerika’da kendimi evimde gibi hissettim.
Whitman’ın hayali iyimser çerçevesindeki Amerikalı şair bize “en aşağıdakinin, en yukarıdaki kadar kutsal olduğunu” müjdeleyen bir şairdi. Her şeyin içinde keşfedilmeyi bekleyen bir hakikat vardır. O şairin dizeleri bütün makineleri ve sistemleri aşağılar. Bir ağaç kurbağası ve bir karınca aynı derecede mükemmeldir. Başını eğip katır kutur ot yiyen bir inek, bütün heykelleri gölgede bırakır. Gözden kaçırılmış, önemsenmemiş ve yasaklanmış her şeyin şiirini yazmayı önerir. Edebin kısıtladığı bütün çığlıkları ve barbar haykırışları, dünyanın tavanından duyulsunlar diye özgür bırakmak niyetindedir.
Whitman’ın en büyük poetik icatlarından biri de katalogdur. Uzun şiirlerinin temelinde yatan, tanrısal bir her şeye vakıf olma, herkesi anımsama, bireysel uğraşlarını ve kaderlerini bilme tutkusudur. Bilinen büyük kahramanların sayısının bilinmeyenlere denk olduğuna ve hepsini bulup onlara isim vereceğine dair temin eder bizi. “Brooklyn’i Feribotla Geçerken” adlı mükemmel şiirinde gelecekteki okurlarına şöyle seslenir:

Zaman ve mekân faydasız- mesafeler boşuna,
Sizinleyim bir neslin beyleri- hanımları, ya da pek çok kuşaktayım bundan dolayı.
Irmağa, gökyüzüne bakıyorken ne hissediyorsanız, aynını hissettim ben.
Tıpkı sizin gibi herhangi biri idim kalabalıktan içre.
Nasıl tazelendinizse ırmağın coşkusu ve berrak dalgalarıyla, ben de.
Nasıl yaslandıysanız küpeşteye, nasıl telaşlıysanız tez canlı akıntıdan, işte öyle telaşlıydım
Nasıl izledinizse sayısız direği ve gemilerin kalın bacalarını, sizin gibi seyre daldıydım ben de

Whitman’a direnmek oldukça zordur- ve fakat onun kocaman kucağı Amerikalı şairler için hep bir parça mahcubiyet konusu olmuştur. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca kendisine karşı hem nefret hem de hayranlık beslenmiştir. Onun çıkışını, kendi abartılı umutlarının gerçekleşmesi olarak karşılayan akıl hocası ve mürşidi Emerson bile, sonunda onu fazla aşkın bulacaktı. Calvin’in selefleri tarafından kurulan bir ülkede, Whitman’ın cinsel konulardaki coşkulu övgüleri kalıcı birer skandaldır. Bereket versin ki Whitman’ın aksine, ütopik ihtişamı ve mağrur söylemine rağmen, içe dönük ve şüpheci bir kalemi olan Emily Dickinson gibi bir şaire sahibiz.

Dickinson şiirlerinde insan, sihirli bir hapishane, hayaletli bir ev, karanlık bir labirent veya gizemli bir ormanda yaşar. Ana karakteristiği anlam belirsizliği olan bir evrene ait sonlu bir sonsuzda, belirsiz bir kesinlikte tutsak edilmiş; zıtların birliği denen labirentin paradoksları içinde sıkışıp kalmıştır. Onun Amerikası büyük bir mezarlık ile anılır. “Çimenler altındaki2 başı çıplak hayat, bir yaban arısı gibi tebelleş olur adama” der, ya da “yaşamın tanımı ilk kez yapılsa, deliler olurdu en sakinimiz”.

Dickinson dramatik bir imgeleme sahiptir. Hayattan kopardığımız her mutlu anın bedelini pahalıya ödediğimizi bilir. Ona göre şair bir münzevi, gizli bir kâfir ve epik bir hatadır. Yine de sınırlara ve yasaklara boyun eğme konusundaki yeteneksizliği bakımından Whitman’a benzer. Her ikisi de şiirlerinde yeri ve göğü eklemlendirmeye çalışır.

Amerikan şiirini ilginç kılan; temel metafizik, epistemolojik ve estetik soruların yöneltildiği ve yanıtlandığı bir alan olma eğilimidir. Emerson, Whitman, Dickinson ve pek çok diğer şair için şiir, düşüncelerin sınandığı, dramatize edildiği, hem kozmik hem de bireysel olarak ele alındığı bir süreçtir. Dickinson’ın söylemiyle “İnsan olmak kutsal olmaktan daha fazla bir şeydir, çünkü İsa kutsaldı ama insan olarak yeryüzüne gelinceye dek mutlu değildi.”
Bunu severim. Şairin mücadelesi tekil olabilir ama yine de örnek bir mücadeledir.
İçinde kendini bulmak için ne ideal bir durum, hele de bir göçmen için!
Amerikan şiirinin bütün önemli felsefi ve teolojik sorulara yanıt bulma konusundaki baş döndürücü tutkusu eşsizdir. Empirizm ve idealizmin bu karışımı, İngiliz ve Alman Romantik Akımı’nın başlangıcı olabilir ama mutlak kibir konusunda onlardan ilerdedir. Bu noktada herhalde Yüce Engizisyon üyelerine, filozof krallara ve her rütbedeki totaliter üniformalıya çok iş düşerdi. Denise Levertov’un yirmi yıl önce yazdığı şu bildiriden sonra dişlinin çarkları dönmeye başlardı:
“Şair, şiir yazarken bir rahiptir, şiirse bir tapınak; Tanrı’nın tezahürü (epifani) ve duygudaşlık bu tapınak içinde olagelir.”

Şairlerimiz özgün birer spritüel maceracıdır. “Düşünme, ol ” iddiasında bulunuruz. Bu koparılan yaygaranın iç yüzünü ortaya çıkarmak adına, tarihten ve çoğunlukla da dinsel inançlardan soyunarak, göklere uzanan imgesel bir merdivene tırmanmaya en alt basamaktan yani sıfırdan başlamak konusunda ayak diretiriz.

Amerikan edebiyatı devasa bir paradoks üretim merkezidir. Bir yandan nadide imgesel ruh hallerini somutlaştırmak isterken, öte yandan okurumuz gündelik gerçekliğe katı ve kuru bir bakış kazansın isteriz. Marianne Moore’un olmamızı istediği şey “imge mütercimliği” dir. Sevmediğini itiraf ettiği “şiir” denilen bu marifette, hakikate bir yer bulmak ulusal hedefimizdir.
“Direkt olarak sanatı ya da estetiği odağa koyarak benim şiirlerime edebi bir performans gözüyle bakan hiç kimse onlara ulaşamaz” demişti Whitman. Bunun yerine şiirlerinde sahip olduğu şey, sahici ve samimi bulduğu için övmekten hiç bıkmadığı Amerikan diliydi. Günümüz şairlerinden Heather McMugh şiirlerinden birinde bu durumu nükteli bir biçimde dile getirir:

birkaç figür, birkaç hile
kimi şamata yapar, kimi
becerir ama çoğu
beş para etmez, size diyorum

ki sevdiğim bu
Amerika – sokar içine
ağzımın kelimeleri”

Amerikan edebiyatının övünebileceğimiz en özgün başarısı resmi bir yazın dilinin olmayışı ve insanlara melekleri anlatmanın tek yolunun, öncelikle bir çimen yaprağını göstermekten geçtiği konusundaki ısrarımızdır.


III

Ah iki bin yaşındaki şair! Bütün o kötü yaklaşımlardan, zorluklardan ve şanssızlıklardan sonra, ben olmak kolay değil. Yazdığım kötü şiirlerden sonra gördüğüm kâbusları sen de görmek zorunda kalacaksın.
Gün geçmiyor ki bir profesör bana işaret parmağını sallamasın. Neden sadece son zamanlarda kendine acıyan küçük bir faşist, fallus merkezli bir küçük burjuva olarak nitelendiriliyorum? Yirmi yüzyıldır taşlanıyorum dostlarım. Şiirlerimin üzerine üşüşen bilgiçler, şiiri gençlere bu şekilde öğreterek hayatlarının geri kalanında ondan nefret etmelerini sağlıyorlar. Bazı nemli sabahlarda, dine küfretme ve isyana teşvik suçlarından idama mahkûm edilen ve Londra Kulesi’nde cellâdın baltasını bekleyen Sir Walter Raleigh’mişim gibi hâlâ boynum tutulur.

İşte yüzlerce yıldır gördüklerim. Bana sorarsanız her biri bir diğerinden kötüydü. Arada bir aralanan bulutlar, birinin gölgesinde veya kollarında bir öğlen uykusu, belki bir ya da iki öpücük, hepsi bu. Er geç yemek biter, son bir damla domates sosu çenenizden aşağı akar ve tabağınızda birkaç tavuk kemiğiyle kalakalırsınız. Zamandan geriye kalansa veba, savaşlar, kıtlıklar, zulümler, sürgünler ve yüzlerce diğer felaket ve sefalet.
Abarttığımı düşünüyorsunuz değil mi? Elbette kendinizi prensler ve soylu kaltaklarla, Titian’ın tabloları ve Campanella’nın “ Güneş Ülkesi” hakkında söyleşirken, etrafınızda pervane olan sayısız hizmetkârla, bir Rönesans sarayında hayal ediyorsunuz. Güldürmeyin beni. Benim gördüğüm tek şey, Engizisyon tarafından mahkûm edilen on iki yaşında bir cadı kazıkta yakılırken, at ve insan pisliği dolu leş gibi kokan üstü açık lağımlar.

Bir hatırlatmada bulunmak isterim ki şairler neyin ne olduğunu hep bilir. Mutluluk, aşk, her şeye kadir olanın tezahürü ve en nadide zamanlarda ortaya çıkan melekler… Bu mutluluk lokmasından, bu kusursuzluk kırıntısından bir kez tadıp lezzetine vardığınızda – hoop! Eviniz yanar, biri karınızla kaçar ya da sizin kendi bacağınız kırılır.

Bu nedenle en iyi şiir kendini insan gülmecesinin tam ortasında bulandır. Bu sonsuz karmaşa içine saplanıp kaldığımıza dair daha güvenilir bir gösterge olamaz. Bana göre şiir kaçınılmaz, yeri doldurulamaz ve ekmek kadar gerekli bir şeydir. Benzersiz bir ahmaklık ve namertlik çağında, dünyanın en kötü ülkesinde olsanız bile şiir yazılacak, güzelliği ve uzdiliyle size umut verecektir. Canınızı neyin sıktığını biliyorum. Şairlerin eğilim gösterdiği bütün bu abartı ve süsleme merakı ile sürgit kakaladıkları bütün bu saçma sözler ve acayip imgeler. Şairler bilir ki gerçeği anlatmanın tek yolu yalan söylemektir. Sadece metaforlarına ve yabanıl imge yolculuklarına inanırlar. Düşünün ki, iflah olmaz bir yalancının sahiden yalan söyleme olanağı bularak dürüst bir varlığa sahip olabileceği tek alan şiirdir.

İki bin yaşındaki şairin bütün bunlardan yorgun düşüp düşmediğini merak ediyor musunuz? Kesinlikle düşmedi. Bereketli kıvrımlarına yapışan saf zeytinyağına benzer yeşil ipek elbisesi ile yürürken hâlâ çok cesur.
Öyle ya da böyle uzun süren ömrümden derlediğim şu birkaç öykü sizi ya eğlendirir ya da şiire ve şairlere ilk ve son kez tövbe ettirir:

2000 YAŞINDAKİ ŞAİRİN HAYATINDAN AZ BİLİNEN BEŞ ÖYKÜ

1.
2000 yaşındaki şair her nerede olursa olsun hep öfke içinde yazıp çizdi. Bir keresinde Napolyon onu tüy kaleminin ucunu çiğnerken yakaladı ve bağırdı: “ Umarım insanın uykusunu getiren değersiz şiirlerinden bir tane daha yazmıyorsundur zavallı adam.”
“Hayır, hayır” diye yanıtladı yaşlı şair. “Soğuk salata içinde muhteşem bir aslan başı köftesi3 yedim de dişlerimi karıştırıyordum.”

2.
Şüphesiz duymuşsunuzdur. Bilginler 2000 yaşındaki şairin köpeği İblis’in, onun mükemmel, şahane, yüce, eşsiz ve hiç yayınlanmamış bir şiirini yediğine inanır.
Tahmin edeceğiniz gibi şair buna çok üzülür. Ve o gün bugündür, karısı elinde bir oklavayla başında gece gündüz nöbet tutarken en muhteşem oyununu yazan Shakespeare’i kıskanır durur.

3.
Yaşlı şair lir çalmayı pek severdi. Sabah gözünü açar açmaz lirini eline alır ve egzersiz yapmaya başlardı. Geceleri de aynıydı. Lazımlığına oturur ve zaman geçirmek için lirini tıngırdatır dururdu. Bunca aklı başında ve rasyonel insanın son birkaç yüzyıldır açık denizleri göze alıp Avrupa’yı terk ederek, vahşi Amerika ve Avustralya topraklarına gidişlerinin sebebi onun bu can sıkıcı alışkanlığı olabilir.

4.

Heyhat, yanıyorum ama kimse inanmıyor bana. (Petrarch)

Aslında üç tane Laura4 vardı ve yaşlı şairin şiirlerindeki tek bir şiire bile inanmanıza öncülük etmiyorlardı. Üstadın okuduğu her şeye gülüyorlardı. Gülmekten çarpılmış güzel suratlarından saklanmak için, sonunda bir manastıra çekilmek zorunda kaldı. Bazen öyle çok gülerlerdi ki sandalyelerinden düştükleri bile olurdu. Bu durum yaşlı şairi çok üzerdi. Aylarca tek bir sözcük bile yazamazdı. Yazmaya başlar başlamaz üç Laura yeniden kıkırdamaya ve dizlerini dövmeye başlarlardı. Sabah dualarını ederken bile.

5.

İki bin yılını alsa da sonunda yaşlı şair ünlü oldu. Arjantin kadar uzak bir diyarda bile genç ev hanımları onun resmine, bukleli saçlarına saatlerce hayranlıkla bakar, sonunda tıpkı Ophelia gibi akıllarını kaybederlerdi. Beyaz gecelikleri içinde uykuda yürürlerdi ve bir sokak lambasının altında sıkıca kapalı gözleriyle dikilir ve iki ileri bir geri hülyalı adımlarla yürürlerdi.

Tangonun ortaya çıkma sebebi budur, bu vesileyle insanlık pek çok diğer şeyden de faydalandı. Anlamın dili gibi.
Sözlerimi duyuyor musunuz?
Hayat bütünüyle anlamsız olurdu eğer şairler gelip size tekrar tekrar, aşklarınız, acılarınız, anılarınız, mühim, hakikat, ve hatta anlak, sizlik, herkesin dediği ve yaptığı, ifrit olacak şey, değil, şair, gece, gündüz, huzursuz, öteki, siz ” i anlatmasaydı.

Anlıyor musunuz sahiden ne dediğimi?



CHARLES SIMIC

6 Kasım 2002

Çeviri: Betül AKDAĞ





ÇEVİRMENİN NOTU

1. Herman Melville tarafından kaleme alınmış, bireyin kendisine ve topluma yabancılaşmasını en yalın ve en çarpıcı biçimde yansıtan “Bartleby, the Scrivener”(Kâtip Bartleby) adlı öykünün ana karakteri.

2. “Under the sod/grass” tamlamasının birebir karşılığı “çimenler altında” olmakla beraber sözlük karşılığı “mezarda, mezarın içinde” biçimindedir. Kulağa daha şiirsel geldiği için bu biçimde Türkçeleştirmeyi uygun gördüm.

3. Aslan Başı Köftesi (Lion’s Head Meatballs) Çin mutfağına özgü bir yemek.

4. Petrarch’ın hem “Canzoniere”, hem de” Utku Şiirleri” isimli eserlerinde ona olan sevgisini dile getirdiği ilham perisi. Tarihi kimliği hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen, hatta var olup olmadığı bile tartışma konusu olan Laura, her durumda, Petrarch şiirinin en önemli kişilerinden/imgelerinden biridir.



(Şiiri Özlüyorum Dergisi- 42.Sayı- Mayıs/Haziran 2011)

3 yorum:

İlginiz özeldi. Teşekkür ederim.