30 Mayıs 2010

Kara Hindiba



Elbette ki çözülmeli insan sargılarından. Bütün yaralanmaların geçip gitmesini umut ederken, sargının olabilecek en derin yara olduğunu bilmiyorsa hele. En çok da o zaman.

Bazı geceler camdan içeri giriverirdi kurander. İçerinize işlerdi inceden. Tanıdık bir üşengeçlik halinde öylece izlerdiniz. Ağrısız bir bakışla kutsardınız gittiği yolu. Sesinizin lif lif ayrıldığı bütünü hışırtısız, fısıltısız, tıkırtısız izlerdiniz. Eski zamanların coşkusu çoktan gitmiş olurdu. Sessizliğin de kendine has bir coşkusu vardır belki diye, ona dahil olabilmek için kalbinizin sesini susturmanız bile gerekebilirdi. Yapamazdınız. Hep bu kekeme korkunuz yüzünden sessizlik ormanına da giremezdiniz. Araftaki camlara basa basa dönerdiniz geri. Ortalık ne kan ne revan.
Neyse ne.

Nefreti merhametle, üzüntüyü nefretle mayalamayı biliyor insan. Yalnızlık kalabalıkla, sessizlik gürültüyle mayalanmıyor ama. Arsızlık asaletle, riyakarlık hiçbirşeyle mayalanmıyor. Zaten artık herkes kendini kendiyle mayalar oldu. Onda, bunda, ötekinde didik didik bulup çıkardığı kendisiyle... Bu yüzden genetik bir hastalık halinde uzaklaşıyoruz ötekilerden. İçe çekile çekile büzüşen kimlikler halinde küçülüyor iç evrenlerimiz.

Fa diyezden didaktik zannedilmesin cümlelerim. Birşey biliyor değilim.
Her şeye yamuk bakma alışkanlığım yüzünden, hiçbir kovaya düşüp bütünleşmeyecek oluşumu kabullenmiş olarak, buharlaşmaya durduğumu zannediyorum. Özgürlük okyanus değil de su buharı olmaktır belki de. Aslında daha kerli ferli şeyler de geçebilirdi aklımdan. Ama migren yorgunu aklımı bu gece azat ediyorum. Bütünüyle su buharı olmanın pratikte neye benzediğini merak ettiğimi de gizleyecek değilim.
(Ateş + Su = Su buharı) ise "ateşin suyu söndürmesi gerekir" mantığından yola çıkarak aşkın akaryakıt benzeri bir şey olduğunu söyleyebilmek mümkün. Ama tabii ki bundan size ne. Herkesin yangını kendi içinde.
Erdemsizlik kargaşadan beslenir diyorlar. Bence tam tersi.
Mekanizmayı sekteye uğratmak (ya da entegre olmak) için yanından veya içinden geçmek gerekiyorsa -ki öyledir- illa ki her ikisine de dokunacağız demektir. Ne acı... Dahil veya müdahil olabilmek adına erdemsizlik ve kargaşanın kesişim noktasında duruyor insan...
Hiç suya sabuna dokunmasak? Onu da buyurmuş büyüklerimiz sağolsunlar: "Çözümün parçası değilsen, sorunun parçasısındır."
Alın bir salakça söz daha. Oysa hiçbirşey yapmazken bile sorunun ve çözümün bir parçası halinde değil miyiz? Sadece sayısal bir değer(sizlik) olarak bile olsa.
Neyse.

Migrenin üstüne üstüne gitmek konusunda abartmamak gerekiyormuş anladım. Ağrıyı çatışmayla alt edeyim derken sonunda beynimi alt edeceğim. Değil mi ki migrenin olası benliği ve tartışmasız varlığı tam beynimin içinde... Ama tabii ki bundan size ne. Herkesin ağrısı kendi içinde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İlginiz özeldi. Teşekkür ederim.