02 Temmuz 2010

HİÇBİR ŞEYDEN BİR ŞEY ÇIKAR

"Ölüme karşı tek yanıt sanattır" diyor Malraux. Bense tam tersini düşünüyorum: yaşama karşı tek yanıttır sanat." Ferit Edgü


Thomas Munro’ya göre; “Sanat doyurucu estetik yaşantılar oluşturmak amacıyla dürtüler yaratma becerisidir.” Sanat, güzel ile uğraşır. Güzel göreceli bir kavramdır. Kendi içinde tutarlı bir bütünlüğü taşıyan şey çirkin, acı verici, iğrendirici bile olsa estetik açıdan güzeldir”demiş.
Hegel’e göre ise sanat, insan aklının ürünüdür. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.

Tolstoy ise sanat hakkında ki soruya , “İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı” yanıtını vermiştir.

Rollo May’e göre yaratı, bireyin içsel travmasına bulduğu çıkıştır. Lacan’a göre ise anne karnından kopuş her bireyde eksiklik ve hadım edilmişlik duygusu yaratır. Ve birey yaşadığı sürece farkındalıklarıyla ve anlamlandırmalarıyla tamamlanma arzusu peşinden koşar.

Sanata dair pek çok tanıma daha ulaşabiliriz elbette. Ancak ışığın geldiği yerden çok, gittiği yerin aslolduğunu düşünerek, sanata yeni bir tanım getirmenin değil, sanatın ne zaman sanat olduğunu irdelemenin gerekli olduğunu düşünenlerdenim.

Sanatçının imgelemindeki saf kaynaktan evrilip gelen ve izleyicinin imgeleminde bir oluş yaratan, Shakespeare’in paradoksuna göndermeyle, “hiçbir şeyden bir şey çıkaran” şeydir sanat. Bir sanat eserinin, özelde şiirin, sanat eseri olabilmesi tek taraflı bir eylem değildir. Herhangi biri “Ben yaptım oldu” dediğinde ortaya çıkan her şey sanat eseri midir?

Sanatın iki taraflı estetik bir edimin nihai çıktısı, ya da bu oluşlar sürecinin tamamı olduğunu söylemek kanımca en doğru olanıdır. “Sanatçı eyler, izleyici algılar” tespiti de son derece sığ ve kısır bir ifade olacaktır. O halde sanatçının imgeleminden kopup gelen sihirli edim, ötekinde yani izleyende benzer bir sihir oluşturduğunda sanatsal süreç kendini gerçekleştirmiş olacaktır.

Sanatçı kendi tamamlanma arzusunu, ötekinde bir “kendisi” yaratmakla, yani bir bakıma diğerinde yarattığı “sihirle” gidermektedir. Bu imgesel trafikte sanatçıyı anlamak elbette her zaman daha kolay olandır. O, ne yaptığını bilmekte olandır. Ve her bir izleyende kendini çoğaltarak, hadım edilmişlik duygusuna ya da içsel travmasına estetik bir çıkış yolu bulmaktadır.

Peki, şiir ve şiirsel metinlerde okurun durumu nedir? Okur da aynı hadım edilmişlik duygusuna sahip olduğuna göre, buna bulduğu çıkışlar sanat değilse, daha reel, daha materyalist çıkışlar olacaktır ki, birey sanatın verdiği o asıl hazzı asla tam olarak içerisinde hissedemeyecek, daima biraz daha eksik kalacaktır.

Nedir sanatı üstün kılan? Asıl gerçeklik, sırrı fantezi olan bir ayna ise, izleyenin sanat dışında yapacağı her edim eksik kalmaya mahkûmdur. Çünkü sadece sanat salt gerçeğin sağında solunda, ötesinde ne varsa ona sunacaktır.

Gerçeklik tek başına sırsız bir aynadan başka nedir ki sahi?

Bu zeminden, yaptığım okuma yolculuğum sırasında kafamda çakan onlarca şimşek ve silinip giden onlarca klişeden hareketle yazınsal metinlere, özelde şiire ve şiirsel metinlere psikanalitik yaklaşımlar üzerine bir tür beyin jimnastiği yapmak niyetindeyim.

Sınırlı felsefe bilgim çerçevesinde ve meraklı okumalarım sonunda, psikanalitik şiir okumaları konusunda bir şeylerin yolunda gitmediğini, daha doğrusu eksik kaldığını fark etmiştim. Literatürü taramama rağmen -kendi adıma konuşmam gerekirse- olması gerektiğini sandığım türde bir şiir çözümlemesine rastlayamadım. Peki, bana göre iyi bir psikanalitik okumada eksik olan neydi?
Burada uzun uzadıya Freud veya psikanalizden bahsedecek değilim. Şiirle asgari düzeyde ilgilenen birinin bile bu konuda minimal de olsa bir alt yapıya sahip olduğunu düşünüyorum.

Ülkemizde ve dünyada pek çok eleştirmen tarafından ustaca yapılmakta olan klasik psikanalitik okumalar dışında benim demek istediğimi kısmen karşılayan bir görüş Hilmi Yavuz’un bir makalesinde Nurdan Gürbilek’in 'Kör Ayna Kayıp Şark' isimli kitabından alıntıladığı bir dipnotunda karşıma çıktı:
Edebiyat-psikanaliz alışverişinde üç yaklaşımdan söz ediyordu. Birinci yaklaşım edebiyat metnini bir semptom olarak görüp, semptomlardan hareketle yazarın analizine, kişisel geçmişine yöneliyor ya da tersine o geçmişten yola çıkıp yapıta varıyordu ki bu zaten bildiğimiz klasik psikanalitik okumanın ta kendisidir. İkinci yaklaşım, psikanalizi ve edebiyatı herhangi bir organik ilişkiye sokmadan ama onu temel alarak şiir üzerine kuramsal bir analiz yapmaktaydı ki bu yaklaşım edebiyattan çok psikanalizin açısını genişleten bir yaklaşımdı. Üçüncü yaklaşıma göre ise kuram kendi gerçeğini bu kez edebiyatın olanaklarıyla yeniden üretebilmek istiyordu. Edebiyatın 'maruz kaldığı' bir şey olmaktan çıkıp, kendini onun devamı olarak kurmayı hedefliyordu. Ve Gürbilek, eleştirinin ancak o zaman yapıtı bir semptom olarak görmekten vazgeçip, yazarın okura aktardıkları kadar, okurun da metne aktardıklarının, yazma-okuma sürecinde yazarla okur arasında kurulan bu ikili aktarımın analizine yönelebileceğini düşünüyordu.

Sözün özü, sözcüklerden, imgelerden yola çıkarak yaptığımız psikanalitik okuma kanımca sadece bir hasta metni okumak işlevini görüyor ve yazarın bireysel psikanalitik okumasını yapmamızı, yazarın psikodinamik yapısı hakkında bilgi edinmemizi sağlıyordu. Sözgelimi Yusuf Alper’in "Psikodinamik Açıdan Ahmet Erhan ve Şiiri" isimli yapıtında yaptığı tam olarak da budur. Ve kanımca yazarı, yapıtlarından hareketle yapıtlarından bağımsızlaştırmak konusunda son derece başarılıdır.

Öte yandan Gürbilek’in sözünü ettiği ikinci yaklaşım ise bu kez yazarın yanı sıra aktarım yapılan okurun analizine de yönelinmesi gerektiğini savunuyordu.
İşte bu noktada Lacan üzerine yaptığım okumalar ve bir süre ilgilendiğim ve başımı bir türlü alamadığım “semiotik” yani “göstergebilim” -ya da yazınsal açıdan daha kulağa hoş gelen ismiyle imbilim, durduğum yeri değiştirmemi sağladı. Lacan’a göre dil bir göstergeler sistemidir ve dilsel gösterge ile psikanalizin simgesi aynı şeylerdir.

Kısaca değinmek gerekirse, imbilim (semiotik), her türlü dilsel gösterge dizgesinin yapısını ve işleyişini inceleyen bir bilim dalı olarak gelişimini üç ana dalda sürdürür: söz-dizimi bilgisi (sentaks), anlam-bilgisi (semantik) ve kullanan-bilgisi/edimbilim (pragmatik). Sözdizimsel çok anlamlılık, anlambilimsel çok anlamlılık, belirsizlik gibi kavramlar da semiotiğin konusunu oluşturur.
Bir metnin klasik psikanalitik okumasını yapmak bizi yazar psikanalizine götürürken, okurun algısal psikanalizini yapmaksa okurun olası psikanalitik süreçlerine götürüyordu. Oysa bizi ilgilendiren ne yazarın ne de okurun psikanalitik alanı değil, sadece yapıtın psikanalitik alanı olmalıydı. Bunu nasıl yapabileceğimi düşündüğümde üç aşama kat etmem gerektiğini fark ettim:

a) Yapıtın yazar bağlamında psikanalitik okumasının yapılması

b) Yapıtın okur bağlamında psikanalitik ve semiotik okumasının yapılması

c) Yazar ve okur temelli psikanalitik ve semiotik okumaların kesişim ve bileşim noktalarının belirlenip sonucun hermenötik olarak okunması (bu söz konusu okuma, Riffaterre’in metinler arası okuma kuramında yer alan matris ve hipogram kavramlarından farklı algılanmalı ve yöntemlendirilmelidir.)

Yukarda sözünü ettiğin kesişim noktası yapıtın yazardan ve okurdan bağımsızlaştığı “üçüncü imgesel alan” olarak, sadece kendisi olabildiği bir alan olacaktır.
Sonuçta sanatçıların hep söyleyegeldiği bir klişeden hareketle “şiir yazıldığı andan itibaren artık şairin değildir. Aynı biçimde okunduğu andan itibaren de okurun imgelemindeki etkisini yaratır ama aslolan okur da değildir. Aslolan yapıt ise -ki öyledir- yapıtın öz etki alanı ve onun yorumlanması bizi doğru yola götürecektir. Metnin salt kendi iç sesini duyabilmemizin tek yolu belki de budur.

Bu durumda

“Öznesi, yüklemi, nesnesi, imgesi, ritmi, sesi, söz sanatları, vs her şeyi tamam olduğu halde neden bazı şiirler yine de biraz eksiktir?”, “ Şiir diye sunulan her metin neden aslında şiir olmayabilir?” sorularının yanıtları belki de bu üçüncü imgesel alanda yatmaktadır.

Yani

Sadece estetik söylem veya imge midir şiirler arasındaki rakım farkını yaratan, yoksa kör noktamızda kalan, şairden ve okurdan bağımsız, onların ve hatta onların bilinçaltlarının bile hesap etmediği, haberdar olmadığı derinlikli başka bir açı mı vardır? Bu her şey üçüncü imgesel alana karşı dineldiğimizde karşımıza çıkabilir mi?

Ve hatta

Üçüncü imgesel alanın genişleyen evreninde şiirsel algıya etkiyen sosyolojik, ontolojik, epistemolojik, vs kara deliklere de başka bir yorum getirmek mümkün olabilecektir.

Elbette ki

Uzmanlık, derinlemesine araştırma, sınama, temellendirme ve yöntemsel yapılandırma gerektirmektedir.
Ve soracak olursanız
“Bu bütün ayrıştırmalar şiire ne getirecektir?” diye, tek bir yanıtım olabilir:

Şiire kanatlarını iade etmenin vaktidir.



Betül AKDAĞ
Mart 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İlginiz özeldi. Teşekkür ederim.