Yeni yönetim, ekonomisini ve askeri donanımını güçlendirerek Japonya’yı modern bir devlete dönüştürmeye koyuldu. Batılılaşma süreci bütün ülkeye yayıldı ve batı uluslarını cezalandırma ve geçme çabaları ateşli hatta kimi zaman dokunaklı hale geldi.
Böylesine bir çağdaşlaşma süreci doğal olarak, Japonya’da büyük bir çoğunluğa sahip olan milliyetçi çevreleri harekete geçirdi. Aslında dönemin bazı şairlerince de açıkça ortaya konan bu milliyetçilik hareketi, batının etkisiyle parlatılıyor ve besleniyordu. Örneğin, II. Dünya Savaşı sırasında yazdıkları şiirlerde Batı karşıtı milliyetçi söylemler kullanan Kohtaro Takamura (1883-1956) ve Tatsuji Miyoshi (1900-1964) gibi iki ünlü şair, gençliklerinde Batı şiirine büyük ve coşkun hayranlıklar besleyen kişilerdi.
Hristiyanlık ve Serbest Şiir
Japon şiirinin batılılaşması ilk olarak geleneksel ayet biçeminin dönüştürülmesiyle göze çarptı. 1900’lerin başında, Haiku ve Tanka gibi Japon geleneksel şiir formlarının gözden geçirilmesi ve canlandırılması için bazı girişimlerde bulunulmuştu. Yeni nesil şairler bundan daha fazlasını istiyorlardı. Batı şiirinin etkisi altına girmeye ve ondan esinlenmeye dünden hazırdılar ve Batı taklitlerine öykünerek İncil Ayetlerini serbest vezinde yazmayı denediler.
Bu uygulama şiirde Haiku ve Tankalar dünyasında olup bitenden tamamen bağımsız, başlıbaşına yeni bir akım yarattı: “Serbest Tarz, Konuşma Dili” .
Bu yenileşmenin izini 1870’ler Hristiyanlığına bakarak sürebiliriz. Meiji Dönemi’ne kadar (1868) Hristiyanlığa karşı çıkılmış ve mutlak bir biçimde yasaklanmıştı. Fakat yasaklar yürürlükten kaldırılır kaldırılmaz, Hristiyanlığın Tanrı’nın gözünde her insanı eşit kılan öğretisi, feodal kurallarla sınırlandırılmış gençlerin bir kısmını uyandırdı ve harekete geçirdi. Hristiyanlık, ataerkil ve hiyerarşik bir toplumdan özgürleşmenin yanısıra, sevme özgürlüğünü de aşılıyordu. Bu durum, Tohson Shimazaki (1872-1943) ve Kohtaro Takamura gibi modern şairlerin öncülük ettiği romantik şiire zemin hazırladı.
Batılılaşma sürecinde ilkokullarda şiir okuma konusuna daha fazla yer verildi. Yaşayan büyük şairler ve eğitimciler okullarda söylenmesi için şarkı sözleri yazdılar. Bunlar zorunlu eğitime geçilmesini takiben, hızla bütün Japonya’ya yayıldı.
İlginçtir ki, şarkılar geleneksel Japon halk müziği ile özdeşleşmiş ögeler içermelerine rağmen Batı müziği tarzında bestelenmişti. O zamandan beri Japon müzik eğitimi neredeyse sadece Batı müziği kuramlarını ve uygulamalarını temel almaktadır.
Aslında Meiji Dönemi’nde başlatılan batılılaşma süreci, en kayda değer ve uzun soluklu olanıdır. Bununla beraber, bu aceleci ve geniş çaplı süreç, modern Japonya’da şizofren bir yarılmaya sebep oldu. Kamusal alanlarda Batı kavramları egemen olurken, geleneksel miras özelde korunarak ve saygı duyularak sürdürülüyordu. Bu şizoid yarılma ya da kültürel ikilik, Modern Japon Şiiri’nin yaratıcı gelişimine fayda sağlamadı. Bu sorunla karşı karşıya kalan pek çok kusursuz şair, sanatsal kimlik sorunu yaşamak durumunda kaldı.
Bu dualite ile yüzleşen istisnasız her şair -ya geleneksel Japon şiiri ya da karşıtı olan modern Batı şiiri ile- serbest nazım aracılığıyla derin bir içsel bağ oluşturmayı amaçladı.
Bu durum, Japonya’nın bin yılı aşkın zamandır Çin kıtası ve Kore yarımadasındaki en son uygarlıklardan yaptığı seçici özümseme girişimleri ile paralellik gösterir.
Bu nedenle Japon serbest şiirini okumak, modern Japon uygarlığının oto-portresine bakmakla eş değerdir.
II. Dünya Savaşı’nın Sonu
Japonya’nın 15 Ağustos 1945’teki yenilgisi, Japon toplumunda ani bir değişime neden oldu. İnsanların akıllarında sadece bir fantazi olan uzak batı, umulmadık biçimde yüzleşilmesi ve uğraşılması gereken güncel bir gerçekliğe dönüştü. Japon halkı, tarihte ilk kez, bir savaşın yenilen ülke kültürüne olağanüstü bir darbe vurabileceğini kavradı.
Savaştan yenik çıkan Japonya, yönetimde ve içişlerinde bazı temel değişiklikleri dayatan müttefik güçlerin işgali altında yeni bir döneme girmişti ve elbette ki böylesi bir değişim bütün toplum üzerinde şiddetli bir darbe etkisi yaratmıştı.
İşgal, çağdaş şiir söylemi üzerinde de hatırı sayılır bir etki yarattı. Halk, yaşanan bunca değişim arasında güvenini kaybetmişti. Seçkin bir gazetecinin deyimiyle “ yüz milyon (Japon) için pişmanlık zamanı” idi. Körükörüne inanılan “Kutsal Japonya” unufak olmuştu. Toplumda geleneksel olan herşeye karşı kuşkuculuk ve yadsıma ilerliyordu.
Amerikan işgal güçleri tarafından ustaca reklamı yapılan Amerikan demokrasisi, eğitim ve basın çevrelerince övülüyordu. eğitim sistemindeki kapsamlı reform pek fazla tepki almadan kabul gördü. “Kutsal Japonya” öğretisi yerini genç insanların yeni yönlendirilme biçimine bırakmıştı. Savaşa karşı duran ve mutlak barış için güvence veren 1947 anayasası, Japon halkını askeri totaliter rejimden uyandıran bir uyarandı.
Genel olarak, iyimser idealizm ve Japon toplumuna yapıcı yol gösterme konusunda başarılıydı. Anayasa, aynı zamanda Japonya’nın egemenliğinin imparatorun değil; halkın elinde olması gerektiğini ilan ediyordu. Uzun yıllar süren savaştan sonra, bu bildiri halka kurtuluş duygusu verdi. Yeni anayasa kadınlara oy verme ve eşit eğitim hakkı da sağlıyordu. Savaş sonrası siyasetin elde ettiği en büyük başarı da buydu.
Savaş Sonrasında Japon Şiiri
Yine de, ülke savaş sonrası gerçeklerle yüzleşmek zorundaydı. Halk kıtlık, yoksulluk, önü alınamayan karaborsacılık, yetersiz beslenmeden kaynaklanan hastalık ve ölümler, sokaklarda sayıları hızla artan savaş yetimleri ve fahişeler, işçi sınıfının çekişmeleri gibi çoklu sorunlarla boğuşmak durumunda kalmıştı. Bunlara rağmen, yeniden yapılanma süreci devam etmekteydi.
On yıllık mahkumiyetlerinden salınıverilen komünist liderler, ülkeyi düzeltmek için politik üstlenmelere ve kültürel anlamda çalışmalara başladılar. Edebiyat alanında, savaşın sefaletini, acıları ve savaş sonrası kaosu yansıtan yeni bir akım boy veriyordu. Bu dönem şiirinin belli başlı temaları, yıkım, bitkinlik, endişe, çaresizlik ve ölümdü. Düzyazı da toplumsal durumları aynı temalarla yansıtıyordu. Nagazaki ve Hiroşima’da atom bombalarının dehşet veren acılarını ve korku dolu belirsizliği yaşamış olan şairler, yapıtlarında genellikle insanlığın geleceğine dair karamsar bakışlarını dile getiriyorlardı.
Bunun yanında, ülke tam da böylesi üzüntüler içindeyken, aşk, umut, yeni hayata yalvarışlar gibi temalar popüler ve şiir için neredeyse kaçınılmaz oldu. Japon şairler ilk kez farkettiler ki, izole edilmiş bir ada-ulusun bireyi olan Japon insanının traji-komik özel hayatı bütün dünya ile paylaşılabilir ve hatta dünyanın çağcıl ruh durumunu biçimlendirebilirdi.
Benim de dahil olduğum, 1945 sonrasında şiir yazmaya başlayan “savaş sonu şairleri” için bu gerçeklik doğal olarak ve zorlanmadan meydana geldi. Bütün bu yıllar boyunca modern şiirin varoluş amacının, küresel çağcıl sezilerin ifadesi olduğu inancıyla şiir ve eleştiriler yazdım. İronik bir bakışla, Japonya’nın yenilgisi ve işgalin sonuçları modern Japon şiirine pencerelerini açma ve dünyanın geri kalanını inceleme fırsatı verdi.
İnanılmaz bilimsel gelişmelerin yaşandığı bir çağı yaşıyoruz. Bu arada din olgusunun çeşitli biçimlerde yeniden canlandırıldığını, politik arenada ve sosyal davranışlarda hiç olmadığı kadar nüfuza sahip olduğunu görüyoruz. 21. yüzyılda hâlâ yüzyılın acımasız getirileri olan tekno-savaşlar, şiddet, ırklar ve dinler arasındaki vahşi çatışmalar gibi tuhaf tarihi değişimleri tartışıyoruz .
Bu tarihi değişimler arasında, edebiyatçının tek silahı olan sözcükler yetersiz kalıyor ve karşı koyamıyor gibi görünmekte. İnancım kesindir ki; söz insanoğluna umudettiği gerçek kurtuluşu ve refahı sağlayacak güce sahiptir. Sözün toplumda ve politika dünyasında gözle görünür farklar yaratmaması, onun güçten yoksun olduğu anlamına gelmez. Şiir usulca kalplerimize işler ve bize dünyanın -sayısız tılsımıyla- hâla yaşanası güzellikte bir yer olduğunu anımsatır. Bir başka deyişle şiir, insan zekâsının uyumuna ve yeniden hayat bulmasına olanak sağlayan en incelikli ve girift ürünüdür.
Makoto Ooka
(Çeviri: Betül Akdağ)
harika bilgiler teşekkürler...
YanıtlaSil