
"Ah beni eyleyen, eğleyen şiir... Senin lirken daha uzundu dilin."
Herkesin umuru vardır elbette. Neresidir, alanı nedir, kaç dirimliktir bilmez o herkesin kendisi bile.
Kargış ve fırtınadan ibaret değil her şey. Lanet, şeytandan ibaret değil. Fakat merak ediyor işte insan. Umurun sınırları nereye kadar?
Kimi ateşle kardeş doğmuş bir imdir. Ondan dokunmaz ruhunun içinden içre. Kendi parmaklarını önemser. Tek fırça darbesi yoktur hiçbir tuvalde oysa. Elmanın bile ancak yarısını çizebilir sözgelimi. Fakat merak ediyor işte insan: Umurun rengi neden harın kan kardeşidir?
Yüzlerce yıldır, her bir yolcunun buğulu camlara çizdiği o her şeyi vuruversek bir kâğıdın yüzüne, kaç harita incinir? Yolun kalır mı anlamı?
Peki ya yolun umuru buğulu camlar kadar mı? Hiç bilmek istemiyor ama yine de merak ediyor insan...
Şiirin gözünün daldığı bir yer var. Anlatabilsem o sonsuz merayı, yeşil başka parlayacak görüyorum. Bu dünyaya ait ne varsa süngüsü düşmüş birer kurşun askere dönüşecek. Kurşunun umuru kaç şarapnel tahammülüne denk düşer, merak ediyor insan…
Oysa bir de hiç bir şeyliğimizi kabullenme meselesi var.
Bize bu bozuk şifreleri verdikleri gün -işte o bildik zıbından çıkıp bilmediğimiz bir kundağa girdiğimiz gün- anlaşılmaz bir dilin kapılarını araladık. Unuttuk ruh dilimizi. Tortu tortu yabancılaştık kendimize.
...
Bir kadın vardı. Bahçesinin yüksek duvarları, kilitli demir kapıları olmasa umurumuzda olmazdı. O bahçenin hayalini kurmak gündelik bir eğlenceydi mahalle çocukları için. Tırmanmanın dahasını, yorgunluğu, umudu ve umutsuzluğu, en çok da merakı ondan öğrendik hepimiz. Bir cennet bahçesi olmalıydı bu özenle saklanan. Küçük kuşların, taşların ve rüzgârın özgürlük şarkıları söylediği bir cen-i zindan olmalıydı. Hani bir an görüversek kadını, taa gözlerinin içine bakar kalırdık. Bahçeden izler var mıdır diye. Olmazdı…
Sonra bir gün bir sarsıntıda yıkıldı bir tek duvar. Rüyalar, hayaller, kapılar, tırmanmanın dahası, yorgunluk, umut, umutsuzluk, merak yıkıldı. Cennet orada değildi. Cenneti bir yerde sanmak yıkıldı.
Cennetin hiçbir şeyliğini gördüğümüz gün – işte o bildik fanustan çıkıp bilmediğimiz bir kavanoza girdiğimiz gün- anlaşılır bir dilsizliğin kapılarını araladık.
Sesimizi içtik. Yüksek duvarlarımız ve kilitli kapılarımızın şerefine...
(fotoğraf sanatçısı: Seda Salman Acar)
o cennet ki kostaların içinde.bilen biliyor yerini.
YanıtlaSilO