22 Şubat 2012


Görmezdi gözleri Maya'nın. Fakat müthiş koku alırdı. Bilirdi insanın adımlarından içinde ne beslediğini, hem de eşiğe varmadan daha. Görmezdi gözleri ama, güldü mü gözleriyle gülerdi. Gören diğer herkes neden o kadar yürekten gülmezdi sahi? Yeşil sabun kokardı elleri. Her yerden güzel kokardı tek göz kulübesi. Çocuktum. Minnacık tenceresinde hiç bitmeyen bereketli yemekler pişirirdi. Öyle tatlı dilliydi ki, hep gidip onu dinleyesim gelirdi. Anlatsın isterdim bildiği ne varsa. Hiç görmediği dünyayı ondan öğrenmek isterdim. Her yer öyle güzel koksun isterdim. Görmezdi gözleri Maya'nın. Anlatırdı habire. Ne ufuklar gördüm onun görmeyen gözleri sayesinde. O zaman öğrendim gözlerin birer yanıltmaçtan ibaret olduğunu. Belki bu yüzden ne zaman bir şarkı söylesem kapalıdır gözlerim. Aklıma kazımak istediğim herhangi bir a'nı mutlaka kapalı gözlerimle hissetmek isterim.

...

Tutmazdı ayakları Şahinder'in. Bir kasabada doğmuştu ve orada ölecekti ihtimal. En yakın dostu tekerlekli sandalyesiydi. Belki de dünyanın bütün kitaplarını okumuştu. Ya da bana öyle gelirdi. Çocuktum. Ondan öğrendim ağız dolusu gülmeyi, çocuklara meseller anlatmayı. Onun küçük pilli radyosundan dinledim türküleri, ondan belledim ajans saatinde pür dikkat kesilmeyi. Onun sandalyesinin hızına yetişmeye çalışırken kaç kere yaraladım dizlerimi. Herkese edecek lafı, herkese verecek aklı vardı. O tekerlekli sandalyede, makamında kendisine danışacak insanları bekleyen bir bilge edasıyla otururdu. Ne bir düğün, ne de bir cenazeye gitmezlik ederdi. Gönül almayı bilirdi. Ayakları üzerinde yürüyen herkes her şeyden şikayet ederken, Şahinder hep gülümserdi. Dağlar gibi ağırbaşlı ve vakurdu. Ondan öğrendim sınırların ve olanaksızlığın sadece aklımızın uydurduğu zahiri şeyler olduğunu.

...

Yerinde değildi aklı Cuma'nın. 4 yaşından sonra da hiç olmamıştı. Yüksek ateş, bir enjektör, bir ilaçtan ibaretti tarihi. Aklını bir sağlık memurunun enjektöründe bırakmıştı. Ve artık "Cumbuş"tu ismi. Belki otuz yaşlarındaydı belki daha az. Ben çocuktum. Geceleri yırtan çığlıkları vardı Cumbuş'un. Canhıraş...
Gündüzleri annesinin elinden tutar, sessiz sedasız gezinirdi kasabada. Tek söz etmezdi. Kimsenin yüzüne bakmazdı. Eğip başını gezerdi. Gülümsemezdi. Gecenin simsiyah örtülerini paramparça eden haykırışları vardı. Canhıraş...
Nevroz'du anacığının adı. Bilse bu hale geleceğini evlâdının, nevroz ateşlerinde yansa götürür müydü derman bildiği ocağa?
Sırtında dünyayı taşır gibi yürürdü Nevruz Kadın. Bir büyük vicdan azabı gibi yürürdü. Belki de sağ kolu sırf Cumbuş'un elini tutsun diye yaratılmıştı, kim bilir? Ah bir çaresi olsa, değil iki elini, ömrünü verirdi oğlu kendini bilsin diye.
Aklımı karış karış dolaştım, gelmedi kulağıma Nevruz Kadın'ın sesi. Gecenin simsiyah sofrasını darmadağın eden haykırışları vardı Cumbuş'un oysa. Canhıraş... Ondan öğrendim gecenin ve karanlığın nasıl alt edileceğini. Ondan öğrendim en güvenli elin ana eli olduğunu. Ondan öğrendim yalnızca kendi karanlığımıza sözümüzün geçtiğini. Ve ondan öğrendim en büyük acıların gün yüzünde dilsiz gezip, geceleyin çığlıklarla koyun koyuna yattığını.

Çocuktum. Onlardan öğrendim eksik olmadan tam olunamayacağını.


.
"ENGELLİ DEĞİLİM-ENGELLENENİM" (Katkı-2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İlginiz özeldi. Teşekkür ederim.